7 Ocak 2013 Pazartesi

POSTMODERN EDEBİYAT, İHSAN OKTAY ANAR VE TÜRKİYE'DE MÜSLÜMANLAR


Atilla MÜLAYİM
Eski dünyanın yitimi insanın dünyaya ve eşyaya bakışında büyük bir değişime yol açtı. Bu değişimden insanın temas ettiği bütün kurum ve kuruluşlar yeterince payını aldı. Düşünce dünyamıza yön verenlerin söyleyeceklerinin kalmaması, yeni olanın pervasızca hayatımızı bulunduğu mecraın dışına kaydırması, kültür, sanat ve düşünce dünyamızda niteliğin yerine, ne verirsen okur onu alır, anlayışının hâkim olmasına sebep oldu.
Postmodern bir hayatın yaşandığına inanmamızı isteyen kültür ve düşünce odaklarıKüresel Medeniyet kavramıyla iş tutmaya başladıklarından beri hayatımızı renksizleştirdi. Sorular ve şüphelerle geleceği içinden çıkılmaz hale sürükleyenlerin ortalığı kapladığı bir zaman diliminde yaşıyoruz.
Büyük anlatıların anlatıcısı yok. Zaten ne büyük anlatıları ne de anlatıcısını bekleyen var!

Postmodern Küresel Medeniyette Roman da İnsan da Yok!
Postmodern roman yazarları, başka metinler arasında gezinir, eski/klasik yazarların üsluplarına öykünür ve tarihi yeniden kurgulamayı dener. Postmodern edebiyatın en önemli özelliği çok sesliliktir. Romanı oluşturan unsurları çoğaltarak romanın yapısını heterojenleştirir postmodern yazar. Bu da mutlak bir bilginin beyhude bir çaba olduğuna götürür romancıyı.
Gülseren Özdemir’in belirttiği gibi; “Romanda fantastik kişi, nesne ve olaylara; belirsiz zaman ve mekan ifadelerine, formel sayılara, tabu ve gurbete çıkma motiflerine oldukça sık rastlanır.” Bilgileri tahrif ederek kullanan postmodern roman anlatıcısı, fantastik öğelerle zenginleştirdiği romanını, günümüz okurunun kabulleneceği bir anlatı tekniğini de yanına alarak yoluna koyulur.
Roman tarihimizde belirli tiplemeler neredeyse romanımızın başlangıcından beri hep aynı bakış açısını yansıtır. Yüz elli yıllık roman tarihimizde bu tiplemelere yüklenen anlam toplumsal hayatımızın değişmesi, bakış açılarımızın yeni tarzda tasarımlanmasına aldırış etmeksizin hep aynı kalıplar üzerinden devam eder. Bazı roman yazarları bu tipleri değişimin içine sokmamakta kararlıdır.
Postmodern yapıtlarda yapılmak istenen o bitmez tükenmez eğlence endişesi; Pazar’ın şartlarına uygun tematik düzlem, sanat ve estetikten yoksun tahkiye, melankolik sayıklamalar İ. Oktay Anar’ın hemen hemen bütün romanlarında olduğu gibi son romanıYedinci Gün’de de fazlasıyla mevcut. İ. Oktay Anar önceki romanlarında olduğu gibi son romanı Yedinci Gün’de de klasik ve modern anlatı tekniklerinden çok uzak bir yapı ve dil deniyor. Bu artık bir Anar klasiği oldu.
Postmodern romanların hemen tümünde olduğu gibi Anar’da da “insan”a rastlanmaz. Kişi –şahıs-, özneler vardır ama mücessem bir insan yoktur. Dolayısıyla Anar’da insani ilişkiler söz konusu değildir. Soğuk ve kuru bir atmosfer bulunur. Roman bittiğinde okurun ağzında kalan tada anlam (Postmodern tarz da anlam aranır mı?) yüklemekte kararsız kalır.
Romanın geneline dair bir eleştiri yerine yazarın sadece Müslüman ve İslam’a bakış tarzını değerlendirmeyi uygun buldum. Yoksa Anar’ın romanını roman tekniği açısından değerlendirmedim. İ. Oktay Anar’ın bütün romanlarında kullandığı dil ve üslup için haksızlık yapmaktan imtina ettim. Klasik bir cumhuriyet aydını bakışıyla Müslüman kesime yönelik yapmaya çalıştığı Cumhuriyetle başlayan bakışın 2012’de de eksiksiz devam ettiğini görmeye, göstermeye yönelik bir itiraz bizimkisi.
Yedinci Gün’de çizilen dindar portresi, İslam’ın yasakladığı fiillerle bütünleşmiş kişilerden oluşur. Dindarların kitabî olarak yapmamaları gereken kötü haller ve davranışlar Müslüman kimliği içine geçirilerek anlatılır. Yedinci Gün’ün yazarı için dindarlar, Müslümanlar aslında güvenilmez, söyledikleriyle yaptıkları arasında uçurum olan tekinsiz insanlardır. Ahlaki düşkünlükleri o derecedir ki zaman zaman komik sahnelerle karşılaşılır. Anar, bu bakış açısı için çok da zeka gerektirmeyen ve Türk filmlerinde görülen o alaycı dili kullanır. İronik bile değildir. Çünkü dindar portresi ironiyi karşılamayacak derecede “gerçeğe aykırı”dır. Dindar gözükenlerin elbette ahlaki zaafları vardır ama bu romanda anlatıldığı oranda topyekûn Müslümanları kapsayacak kadar geniş bir kesim değildir. Burada aklama endişesi taşımıyorum.
Anar’ın Yedinci Gün’ünde yapılmak istenen dindarlara yönelik hakaretten başkası değildir. Bu hakareti direk yapmak yerine dindarla kumarhaneyi, dindarla revü kızlarını alt alta yazıp aynı resimde vererek postmodern bir tarzda yapılıyor.
Gregory Jusdanis Kurgu Hedef Tahtasında kitabında edebiyatçının işini “işportada icatlarını satmak” olarak değerlendirir. Anar, roman sanatının üzerinden Müslümanlarla uğraşmak olarak seçtiği işi gayretli bir şekilde yapıyor.
Batıcılar, hayatın içinden, dünyanın aldığı konuma kadar bütün suçları İslam’a ve onun temsilcilerine yükleme noktasında konforlu bir kafa sahipler. Yani suç için adres aramaya gerek yok; şüphesiz tek suçlu, İslam. Bu şizofren yaklaşım Cumhuriyet aydınını yaşadıkları toprakların insanına hiçbir zaman olumlu bir bakışla bakamayacağı bir yere sürüklüyor. Burada kazanan kaybeden cetveline veri toplamıyoruz. Tarihsel süreçte Cumhuriyet aydınının yaptığını ve bu yapılanın doğru bir düşünceyi yansıtmadığını söylemeye çalışıyoruz.

Dindarları da Kılıçtan Geçirelim Sevabına!
Müslümanların bilgi kaynağı Kur’an ve Hadislerdir. Bu iki bilgi kaynağını kullanarak dünyada yaşadıklarına, karşılaştıklarına cevaplar üretirler. Müslümanları Kapitalistleştirme macerasını tamamladıktan sonra, ardından Protestanlaştırmak için uğraşan odaklar ve çevreler yapacaklarının ne olduğunun farkındalar. Hadislerin güvenli bir bilgi kaynağı olmadığını, olsa olsa tarihsel süreçte bir yere sahip olduğunu, bunun da yaşanan dünyamızda bir karşılığının olmadığını zihinlere yerleştirmeye çalışıyorlar. Kur’an’ın bu çerçevede birMetin olduğunu, onun da zaman bakımından geldiği yerde, hitap ettiği çevrede durduğu gibi durmadığını, yeni bir tasarımla desteklenerek yeniye uygun hale getirilmesi gerektiğine, bunun da içinde yaşadığımız çağın farz-ı aynı olan Çağdaş Küresel Medeniyet’in verileriyle donatarak anlamlı olacağını söylüyorlar. Kişiye ayna tutan şeydir bakış; onun hayatından süzdüklerinin toplamıdır. Kendini donatırken baktıklarının ve gördüklerinin kendi bahçesine düşen dallarıdır. Roman, sünni Müslüman kesimin Mutlak Doğrularına savaş açılmış hissi uyandıran, hatta son dönem Protestanlaştırma projesine mütevazı bir katkı niteliği taşıyan ibarelerle dolu. Çünkü yazarın kafası karışık değil, son derece berraktır. Öyle ki işe abdestten başlar, namaz ve sonrasıyla devam eder: “… Sümküre tüküre abdest almaya” devam eden kahraman (s.40) namaz sonrasını da boş geçirmez: “Akşam namazı edâ edilince meyhâneye gelinir, yatsıya kadar demlenip zom olunur, derken meyhânecinin hazırlatıp çinko kaplattığı gusülhânede kova başı on para sıcak su ücretiyle boy abdesti alınır, yatsı da kılındıktan sonra kumarhâneye girilirdi.” (s. 41) Kahramanına namazı kıldırdıktan sonra gönül rahatlığıyla kumarhaneye gönderen Anar, ilerleyen sayfalarda yine kalemini hokkaya batırır ve abdest ve namazın büyü ve Masonik bir ayin olduğunu anlatmaya çalışır: “Çünkü dindar bir onbaşı, uykuda kendisini şeytan aldattığı için karavanalardan birinde su ısıttırıp boy abdesti almış, bu yüzden yemek eksik çıkmıştı. Anlaşılan onun için ibâdet hemen herkeste olduğu gibi Allâh’ın hoşnutluğunu kazanmak için yapılan bir Masonvâri âyin, belki de itirâf edilemeyen bir büyü idi.”(s. 174-175) Bu topraklarda hiç yaşamamış izlenimi veren Anar bazı konularda da bilgisiz: Masonların ayinlerindeki gizlilik ve ritüellerin İslamla hiç bağdaşmadığını bilmiyor.
Anar’ın ahiret konusundaki agnostik yaklaşımı bütün romanlarında mevcuttur. AnarPuslu Kıtalar Atlası’nda; “Eğer varsa, öte dünyada bir tek şey hissedeceğime eminim: Utanç.”(s. 215) cümlelerini kurarken, Yedinci Gün’de kahramanına “Bunca insanın ahret konusunda yanılmasının imkânsız olduğunu düşünür, böylece imânı kuvvetlenirdi.” ve “İşte vaktiyle onlara ölümden sonra da olsa bir cennet vâdeden ilâhlarının…” (s. 165-198) dedirtir. İnanç konusunda gösterdiği sakillikle romancı ahiret kavramına kendince yeni bir anlayış getiriyor; doğrudur ahiret vardır, çünkü herkes buna inanıyor!
Anar’ın vahye yaklaşımı Batılılardan da cahil: “Kücüh bey, vahiy geldi mi? Çalteri kapatem mi?” (70)
Yazar benzer yaklaşımı başörtüsü için de gösterir ve örtüyü anlamlandıramaz: “Bir Alman âlimin icadı olan ama Paşaoğlu’nun Beykoz’da cam üfleyen işçilere imâl ettirip içindeki havayı tahliye ettirdiği bu tuhaf lamba, karanlıkta ortalığı aydınlatmıyor, fakat neşrettiği esrarengiz şuâ, önünde bulunan şahsın içine nüfûz edip adamın etinden geçerek arka tarafından çıkıyordu. Gel gör ki şahsın bedeninden geçen şuâ ile adamın eti kemiği, midesi, ciğerleri, bağırsakları, arkada bir fotografi âletindeki bromür darjan kaplı cam levha üzerine resmediliyordu. Öyle görünüyor ki ilim ve fen, ziynetlerini gizlemeleri buyurulan mümin hanımlara tehlike arz edebilirdi. Hattâ bu icadı işiten mütedeyyin bir terzi, hayır olsun diye kurşunla zırhlanmış ferâceler dikmeye bile kalkmıştı. (s. 22)
Anar Yedinci Gün ile Türkiye’de resmi ideolojinin ve Meşrutiyet’ten sonra ortaya çıkan gayr-i İslami tahkir edici söylemin düzeyini dahi tutturamayacak derecede basitnitelemelerle aslında romanın renklerinden biriymiş gibi kullandığı cümlelerle Türkiye’deki İslam düşmanlığının örneklerini vermektedir. Benzer temalar, benzer alaycı ve küçümseyici dil, modern teknikten postmodern tarza evrilmiştir, hepsi bu! Türk romanında klasikleşmiş dindar kesimin kadın düşkünlüğü konusu da bunlardan biri. Haremle geçmiş algısını deforme etmeye çalışan odakların özellikle imam, şeyh ve dindar esnaf üzerindeki baskısı, bunların bir yandan İslam’ın gereklerini şeklen yapmalarına rağmen gerçekte “kalplerinin kirli olduğu”, “din tüccarlığı” yaptıkları, “dini kullanarak nüfuz ve para temin ettikleri” aslında çok evlilikten de öte “hovardalık”ta usta oldukları Anar’ın en önemli “malzeme”lerinden biridir. Bir farkla, klasik romanlarda bile görülmeyecek hafiflikle: “Sirkeci’de inip köprüye yürürken o dinli diyânetli, o namazında abdestinde, o Hacca gidip Kâbe örtüsüne bir yüz sürmek için yanıp tutuşan, o Hacerü’l Esved’i bir öpmek için can atan kambur Bevval, kendisini erkek yapan sâik olsa gerek, Eminönü Meydanı’nda bir kadının tombul kalçasını mıncıklayıverdi.” (s. 111)

Yerli Oryantalizm Hortladı!
Her şeyin ölçüsünün kaçtığı, uğrunda ölünecek değerlerin değersizleştirildiği bir dünyada, “hareketlerimizi anlamlı kılacak her şeyden yoksunuz bakışı”, hayatını temellendirememiş ve sorular yumağıyla ömrünü heder etmiş kişiler için geçerli olabilir. Hayatın derin ve tüketilemeyeceği anlamlarla yüklü olduğunun bilincinde olan insanlar, değersizleştirilen dünyadan pay almazlar.
Batıcı kafa yapısına sahip Oryantalist Türk romancılarımız kendilerini Batılı güç odaklarına pazarlamak için birçok yol deniyorlar. Bu yolda ilerleyerek elde etmeye çabaladıkları ikballeri ancak dünya romancısı payesi olacaktır. Az şey mi? Bakış açısına göre değişir. Fakat toprağından kopmuş isimleri dile dolamaya gerek yok. Onların Müslümanların gazete ve dergilerin tanıtımlarına, övgülerine zaten ihtiyacı yok.
Postmodern anlatım tarzı zaten iktidar ve edebiyat odağı arasındaki dengeyi kurar. Çünkü postmodern tarz en nihayetinde uluslararası düzeyin altında her türlü rengi sahih kabul eder. Bu bakımdan Yedinci Gün’de olduğu gibi dindarlar, faşist Hitler, Dazlaklar’ın aynı atmosferde yer alması normal karşılanabilir. Bu, hermenötik açıdan aşırı yorum olarak görülebilir. Ama söylem tarzı içindeki farklı göstergeler ortak bir çağrışıma yol açacaktır. İktidarda İslamcıların bulunması mesajın hem yurt içindeki hem de yurt dışındaki güç merkezlerine yönelmesine neden olmaktadır. Romanın dağınık, iç içe geçen hikâyelerden oluşması, söylenenlerin aralara serpiştirilmesi; dünyanın yaratılışından, Âdem ile Havva kıssasına, Hitler’den ittihatçılara, Masonlardan Sarıkamış savaşına, Abdülhamit’ten Üstün ırka bir yığın resmin geçişi postmodern tekniğin doğrudan mesaj kaygısından kaçınmasına örnektir. Bu göstergeler ardı ardına okunduğunda yazarın çizdiği Türkiye portresi tam da romancının dünya piyasasındaki kariyerini geliştirecek evsaftadır!
Anar romanlarında merkeze insanın içinde bulunduğu dünyadaki varoluşunu sorgulamasını yerleştirir. İnsanın “varolma” serüveninden başlayarak, kâinatın bütün esrarını anlamaya giden bir yol haritası üzerinde yürüyen Anar, II. Dünya Savaşı şartlarının doğurduğu varoluşçuların soru ve sorunları ekseninde temalara ağırlık verir. Dil olarak bir çıkış yakalayan yazarın fikriyatı bir o kadar arkaiktir aslında.
Suskunlar romanında Kütüb-i Sitte’yi tefsir kitabı olarak tanıtmıştı Anar. Yedinci Gün için övgü dolu yazılar döşenen İslamcı gazete, dergi ve kitap ekleri yazarın, Marifetname sahibi Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi’yi “İsmail Hakkı Efendi” şeklinde anlatmasını görmemişler midir, yoksa onlarda mı bilmiyorlar? Sorun biraz da burada düğümleniyor. Anar’da İslam, romanın epistemolojik unsurlarından biri halindedir.
Anar bu memleketin romanını yazmaktan kaçınıyor. O uluslar arası sistemin, medeniyetin değerlerinin taşıyıcılığını üstlenmiş görünüyor. Anar dünyada dinlerin birliğini böyle bir kaygı ile talep ediyor. Kahramanları bildiğimiz tanrıyı tanımaz. Çünkü o ölçüyü Moğol’dan yana koyar: “Moğol, kendisi hiçbir ilâha tapmayacak kadar asildi.” (s. 125) Başkahraman İhsan Sait’in “Ben Gök Tanrı’yım!” demesi (s. 156) çok da mühim olmayabilir ama yazarın “Dünyadaki ilahı yaratabiliriz.” (s. 215) yaklaşımı, Türkiye’ye uluslararası tanınırlığa kavuşmuş, toprağından kopuk bir dünya edebiyatçısı hediye edebilir. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder