10 Ocak 2013 Perşembe

YERLİLİK İÇİN KAVRAMSAL VE ANLAMSAL ÇERÇEVE

 
Murat EROL
 
YERLİLİĞE GİRİŞ
Adlandırmak, bir kimlik atfetmek, bir tanımlama çabasıdır aynı zamanda. Kimliğin politik bir duruş halini alışı, kimlik politikalarının doğuşu modernleşme ile paraleldir. Zira modernleşme tanımlamayı ve tanımlanmayı zaruret haline getirdi. İnsanın varoluşundan bu yana gelen anlama çabası, ayrışarak ve ötekileştirerek kavramaya ve hakimiyet kurmaya doğru evrildi. Tanımlamak modern bir algının ürünü. Anlama ve şey’e ad verme olarak ilk insandan başlayan eylem, var olanı bir ses veya bir görüntü ile sembollemeden başka bir şey değildi, özüne dokunmayan, özü olduğu muhafazaya yönelen eşyaya isim verme eylemi aslında gelenek halini alan bir zihniyeti de inşa etti; bu ilk başlangıç zaman içinde nesiller arasında miras yoluyla aktarılarak devam edegelmiştir. Diğer yanda ise eşyanın özünü, verilen isme, atfedilen kimliğe göre yeniden biçimlendirmeyi, biçimlendirdikten sonra dondurmayı hedef alan modernizm kendine bir zihin inşası yolunu seçerek kendi kavramlarıyla bu zihin dünyasını güçlendirmiştir. Önce “var” vardı, sonra isim geldi. İsim “anlam”ın peşinden geldi, isim anlamın işaretçisiydi. Fakat modernizmin ürettiği bakış, “önce isim var” noktasından hareket ederek, ismin yeniden inşasını öngörerek, isme bir anlam icadı veya anlam biçimlendirmesi yolunu seçti. Geleneksel toplumlarda kimlik gibi bir sorun yoktu. Geleneksel Türk toplum yapısı bir “birliktelikler” toplumu görüntüsü çiziyordu. Zira sosyal yapılar ve dini kurumlar buna doğal bir imkan tanıyordu. Modernite ile kimlik problematiği arasında eş güdüm ve eş zamanlılık olduğunu söylemek mümkün. Artık insanlar, kimlikleriyle tanınma ve görünme yolunu seçtiler. Kimliklerin, modern ve postmodern tanımlanma sürecinde, karmaşık ve içiçe geçmişliği ve üst üste birlikteliği bu bağlamda görünür.
Dünyaya açılan zihin etkiye de açılmaktadır. Etkilerle hayatını yürütmeye çalışan insan yabancılaşma yolundadır. İnsanın bir saldırıya maruz kaldığı düşüncesi modern bir algının ürünüdür. İnsanın saldırıya uğraması bir kimlik zorunluluğunu, bir kalkan savunmasını da getirdi. Geleneksel toplumların bu yönde bir sorunu olmadığına göre, saldırıya uğrayan insanın, ancak saldırıya doğuştan değil bilinçlendikten sonra uğradığı düşüncesine varabiliriz. Saldırıya uğramak savunmayı gerektirir. Geleneksel toplumların içerden ve dışardan maruz kaldıkları baskılar, bir refleksi de kendiliğinde ortaya çıkardı. Özellikle bizim toplumumuz üzerinden düşünecek olursak dinin sekiz yüz yıl din olarak yaşandığı bir yerde dinin giderek ideolojileştirilmesine ya da dinden beslenen ideolojilere kapıların açılması aslında bir zaruret halinden doğdu. İdeolojiler çağının ardından postmodernizm ve parçalanmalar çağı geldi. Bu bağlamda bu yazı boyunca projektör altına alarak farklı açılardan ele alacağımız yerliliğin, zamanın ruhuna ait bir yönelim olduğunu kabul etmekle birlikte, yine adlandırmadan dolayı bir yenilik içerdiğini, yoksa tarihin seyrine baktığımızda yerliliğin bir zihniyet oluşumu olduğu, bu oluşumun toplumumuzda yüzyıllardır daralmalarla da olsa var olageldiği görülecektir. Buna kimi çevreler “millilik”, kimi çevreler “Anadoluculuk” veya “Doğuculuk” dediler ama nihayetinde daha kuşatıcı ve daha geniş bir anlamı da yüklenerek, kurucu bir zihnin ışığının peşinde olmakla eş anlam kazandı yerlilik.
Kimlik tartışmalarının son halkası postmodern bir zamana denk gelen, kendisini bir tarihe yaslama iddiasıyla bir coğrafyanın “vatan” oluşunda rol alan aktörlerin rollerine atıf yaparak, yabancılaşma ve fikri sapmalara karşı bir tavır olarak ortaya çıkan “yerlilik”, son dönemin üzerinde yeterince tartışılmayan konularından oldu. Yerlilik, kendisini yeni olmakla yani köksüzlükle eleştirenlerin, hatta içe kapanık kök arama çabası olarak görenlerin yaklaşımı kadar yeni ve zamanın yansımasıdır. Siyasetin, tarihin ve sosyolojinin olduğu kadar dinin de alanına girme konusunda cüretkar bir kavram olan yerlilik, bugün son dönemdeki ilk dillendiricileri (ki çoğunlukla sağ-muhafazakar-milliyetçi cenaha mensup isimlerdi) tarafından daha çok sol’u da kapsayacak yeni-sağ olarak yansıtıldı. Asıl kavramsal tanınmışlığını bir dergi çevresinde toplanan grubun dergilerine verdikleri isim[1] ile sağladığı söylenebilir. Kavram olarak çıkışı, bugün üzerinde düşünüp tartıştığımız yerlilik’ten başka bir konuya atıf içeren ve bugün üzerinde konuşulanla bir ilgisi olmayan bir esinlenme taşımaktaydı.
Yerlilik pratiğine yönelen temel eleştiriler, yerliliğin bugünden geçmişe gitme çabasına odaklanıyor. Ancak yerlilik eleştirisinde, tarihsel fikrî evrimin tam sağlanabilmesi ya da en azından anlaşılması için tarihe dönmek olarak adlandırılan, nihayetinde bir parçayı bağlamına yerleştirmekten başka bir şey olmayacağı açık olan bu yaklaşım tarzının, bir içe kapanma ve zamandan kopma olarak algılanmasında problemlerin ortaya çıkışı dikkatten kaçmamaktadır. Bağlamından koparılan parçalar sadece anlamsız karmaşa yaratır. Yerliliğin tarihe dönme argümanına yönelen eleştirilerin son derece modernist bir yaklaşımdan başka bir şey olmadığı da ortadadır. Tarihimizin kırılmaları ve kopmaları bol bir tarih olduğu bilinen bir gerçekken ve tarihin akışının değiştirilmesi mümkün değilken, yerlilik gibi tarihi kültür ve medeniyet bağlamında yeni bir okumaya tabii tutmayı öneren bir teklifin anlaşılmaz bir şekilde hak ettiği tartışmayı yapmadan mahkum edilmesi fikrî bir daralma ve dayatma olarak karşımıza çıkmaktadır. Yerlilik söylemini önce sağcılıkla eşitleyerek çaptan düşürme çabası, ardından ulus-devlete kaynaklık edecek bir düşünce sistematiği olarak lanse edilmesiyle bağlamından koparılarak anlaşılması, sol için ise sağcılaşma şartı olarak görülmesi, nihayetinde din ile ilişkiler bağlamında bu defa dinin bir malzemeye dönüştürüldüğü iddiaları aslında kronik bir tartışmanın eşinde takılıp kalmamıza da neden olmaktadır. Zihniyet konusuna yaklaşırken yabancılaşmanın nerede başladığı yani saf yapının nerede nasıl bir işgale uğradığının tespiti, aslında güncel bir çok fikrî yapının sorgulanmasını da peşi sıra getirecektir. Bu bakımdan geçmişin reddiyle kaynağa dönme söylemlerinin aslında bir kendini gizlemeden başka bir şey olmadığı sonucuna varmak zor olamayacaktır.
Zamanda paralellik ve argüman ortaklığı konularında benzerlikler olsa da postmodernizmin önermeleri ile yerliliğin önermeleri arasında bariz farklar bulunmaktadır. Çağdaş sosyologlar, postmodernitenin iki temel özelliğini işaret etmişlerdir. İlk olarak, gerçekliğin yerini imajın alması; ikinci olarak, zamanın şizofrenik parçalanmışlığının, fasılasız anlara dönüşmesi.[2] Buradan bakıldığında kavram olarak, yerlilik ne kadar bir netleşme ve berraklaşma sağlıyor ve öneriyorsa postmodernizm de bir o kadar karmaşıklık taşır. Postmodernizm, modernizmin büyük kırılmasıdır. Batı merkezli modernleşme giderek yine Batı merkezli postmodern süreç olarak devam etti. Modernizm araçları ve aygıtlarıyla, tartışmasız olarak hayatın her alanına nüfuz edebilme gücüne ve etkisine sahip olarak, yeni bir dünya inşa etmiş, muhaliflerini de “yaratarak” bu inşayı her geçen zaman yenilemeye devam etmektedir. Postmodernizmin hem nedeni hem sonucu olan muhteva ve biçimden kopuş[3] ile modernizmin ideolojileşmesi ve ideolojiler türetmesi karşısında, belki ileri bir süreç olarak paradoksal bir anti-ideoloji önermesi taşıması[4] gibi refleksleri karşısında yerlilik olaya bu derece karmaşık yaklaşmaz. Postmodernizmin sunduğu yaşam tarzını bir kopuş olarak gördüğümüzde aslında yerliliğin yaşamla, olanla, olagelenle bir bağ kurma amacı, yine postmodern bir tartışmanın dışında değerlendirilme zorunluluğunu ortaya çıkarır. Postmodernizmin parçalanmış görüntüsüne karşın, yerlilik bir bütünsellik önerisi ile modernizm öncesine yani ideolojiler çağı öncesine atıf yapar. Yine zamanda parçalanmışlıklar karşısında tarihin, belki bir klişeden hareket ederek, aslında belli kırılma ve sapmalardan dolayı günümüze olayları ve olguları farklı bir biçimde taşıdığını iddia etmekte, aslında o noktaların tespiti ile tarihsel bütünselliğin sağlanacağını öne sürmektedir. Bunlardan hareketle yerlilik, içinde bulunulan zamanı reddetmeden bağımsız bir yaşam alanı kurmayı önermektedir[5] demek pekala mümkündür. Bu bağımsızlık alanını, çağın değerlerini, dayatılan inanç ve ideolojileri sorgulayarak elde etmek de mümkün.
 
BİR KAVRAM KURMAK YA DA BİR ZİHİN İNŞA ETMEK
Yerlilik kavramına tanım getirmek aslında yerliliğin üzerinde durmaya çalıştığı zeminin hilafında bir yaklaşım tarzı olacaktır. Zira yerlilik lafzen tanımlamalardan ziyade bir hal’e vurgu yapmak/ta/dır. Bir yer’e aitlik olarak kelime çözümlemesi yapılabilir, ama o yer’in ne olduğu, orada nelerin olduğunun irdelenmesi gerekmektedir. Yerliliğin her şeyden önce güncel bir kavram olduğunu, bu güncel kavramın kendisine tarihten ve kültürel alandan bir takım dayanaklar edinme çabasında olduğu ifade edilebilir. Ancak yerlilik konusunu konuşmak sadece tarihi bir dönemi örneğin Osmanlı’yı konuşmak olmamalıdır, Osmanlı’nın da dahil olduğu bir tarihe dikkat kesilmiştir. Bir yer’e yani Anadolu’ya ya da Doğu’ya ait olmak denildiğinde bunun neye tekabül ettiğinin çözümlenmesi lazımdır. Anadolu bir coğrafya mıdır, tarih Selçuklu ve Osmanlı mıdır sadece? Değildir. Anadolu bir zihin inşasının somut örneği, vatan kavramının karşılığı, Selçuk ve Osmanlı gibi tarihin aktörü toplumlar ise bu örneğin kurucularındadır. Meselenin sadece bir yer ya da coğrafi alan olmadığını ifade etmek istiyoruz. Kavramın teknik olarak tanımlamadan öte, bir zihniyet olduğu kesin olarak vurgulanmalıdır. Bu bakımdan da zihniyetler konusunun irdelenmesi gerekmektedir. Daha söyleme dökmeden reddi gereken bir kavram mıdır, yoksa içinde değerlerin dokularını oluşturduğu ve adeta canlı organizma toplumuyla yenilenen bir durum mudur? “Toprakla tarih arasında” diye başlayacak bir ironi toprağın üzerinde tarihte birlikte olmuş insanların bir millet olabildiklerini de gözden kaçırmaktadır. Bu manada millet olarak bir medeniyeti kurmuş ve bir medeniyetin parçası olmuş olmak söz konusudur. Yerlilik bir medeniyetin parçası olarak kalma çabasıdır. Güncel anlamda bu medeniyete yeniden ait olma, yeni şartlara göre dahil olma, yeni durum ve esaslara göre de bu medeniyette kalma yoludur. Nihayetinde bir bilince ulaşmanın adı olarak yerlilik zihni çabanın doğal seyir ve bağ ile zihniyetle irtibat kurmasıdır.
Zihniyet konusunun irdelenmesi aslında toplum yapısının sınırlarının keşfi demek olacaktır. Mucchielli’nin zihniyetler konusundaki müstakil çalışması üzerinden fikir yürütmeye çalıştığımız da, günlük dilde zihniyetin bir düşünce hali, davranışlarda gözlemlenen örf ve adetlerle otomatik olarak birleştirilmiş bir olayları görme biçimi olarak anlaşılmaktadır önermesi karşımıza çıkmaktadır.  Zihniyetlerin ilk eldeki kurucu yapısı aslında tüm yapıyı tüm zamanlarda etkisine almaktadır. Zaman aslında zihniyetin kendi kendisini sorgulamasını da getirdiği için, özeleştirel bir süreç doğal bir biçimde, zamana yayılmış olarak gerçekleşmektedir. Bu anlamda zihniyet kendi içinde bir dünya görüşünü taşır, çevredeki ögeler karşısında tutumlar üretir. Bunlar herhangi bir öge değil, aksine dünya görüşünün kilit ögeleridir.[6] Zihniyeti bir bütün olarak değerlendirmek zorundayız. İçinde doğulmuş olan ortamın belirleyiciliği yanında bu ortamı şekillendiren inanç ve kültürel değerler, tecrübî bilgiler, kişisel donanımlar, bireysel ve toplumsal psikolojik zemin vs. aslında bir zihniyet inşasında öne çıkan etmenlerdir. Oğuz Adanır ise kültür ile zihniyetin birbirinden ayrılmaz bağlarla birbirlerine kenetlenmiş olduklarını, birinden söz etmenin zorunlu olarak diğerinden söz etmek anlamına geldiğini ve birini anlamadan diğerini anlayabilmenin mümkün olmadığını; kimi durumlarda birinin başka durumlardaysa diğerinin öne çıkabileceğini becerebildiğimiz kadarıyla göstermeye alışmak olduğunu belirtmektedir. Adanır zihniyeti, bir topluluğun düşüncesini bilgilendiren ve yönlendiren ve bu topluluğa ait her bireyde görülen inanç ve düşünsel alışkanlıkların tümü olarak tanımlamaktadır.[7] Zihniyetin yansımaları ortak tasarımlar olarak tezahür etmektedir. Ortaklık, kişisel olandan toplumsal olana, bireysel bellekten toplumsal zihniyete geçmenin sınırlarında oluşan bir değerdir. Mucchielli, ortak tasarımların norm ve değerlerin somut giysileri olduğunu belirtir.[8] Aslında bir klişenin doğumu da tam bu noktada ortaya çıkmaktadır: Yerlilik ile birlik ve beraberlik kavramlarının yan yana kullanılması aslında bu ortak tasarımların hem nedeni hem sonucudur. Bu klişe yanlış bir yargı değil, çünkü yerlilik ile birlik-beraberlik ve vatan olgusunu birlikte ele almak bir zorunluluktur bu tartışmada. Zihniyet oluşumundaki saiklerin keşfi ile yerliliğin köklerinin keşfi arasında ayrılmaz bir bağ mevcuttur. Zihniyet kuran ve ilk adımı atan yapı ile yerliliğe kök olan, tarihi biriktirip miras yapan şey aynıdır.
Yerlilik konusunda, bir kesim İslamcı düşünce adamı bunun bir ulus-devlet projesi olduğunu, evrensel kaidelerin yanında toprağı bu derece önemli hale getirmenin yanlış olduğunu ileri sürerek eleştiriler getirirken, bir kesim solcular yerliliğin sol’u sağcılaştırma projesi olduğu görüşünü savunmaktadır. Sağcı bir kısım düşünce adamları ise yerliliği sağ’a daha fazla açılım sağlayacak ve genişletecek bir teklif olarak kurgulama çabası olarak görürken bunun karşısında başka bir sağcı tavır ise yerliliğin dinin alanına girmekle eş anlama geleceğini söyleyerek seküler tavırlarını sürdürürler. Bütün bu karmaşa da “bağımsız” denilebilecek bir kesim aydın ise mevcut kalıplar çerçevesinde yerliliği modern ve postmodern argümanlar ile ele alarak bir kapanma olarak görmektedirler.
Ahmet Çiğdem yerliliğin pozitif bir hareket olarak kurulmasının hiçbir şekilde olamayacağı ifade ederken, yerliliğin 2000’lerin başında “icat edilmiş” bir “temizlik harekatı”[9] olduğunu belirtir. Ancak Çiğdem’in yerliliğe ilişkin olarak dikkati çektiği bir özellik aslında kavramı ele almamızda kolaylıklar da sunmaktadır: “İdeolojileri ‘Türkleştirme’ çabasının, ‘yerlileştirme’ faaliyetiyle karıştırılmaması gerekir; yerlilik bir durumun, bakışın, tecessüsün adı olabilir, bunlara ilişkin ideolojik bir tutumun değil.”[10] Ki zaten yerlilik yaklaşımları büyük oranda yerliliğin tek başına bir kimlik olmaktan çok başka bir kimlikle anılabilecek bir duruş/tavır ifadesi olduğu yönündedir. Bu manada yerliliğin bir ideoloji olmadığını özellikle belirtmek gerekiyor. Ahmet Çiğdem’in yerliliğin bir “düşünce tarzı” olmadığına ilişkin görüşü ile Mannheim’den hareketle ifade ettiği bir “düşünce üslubu” yargısı yerliliğin bir ön ek, ön sıfat, ön kimlik olma tezleriyle (kendisininki de dahil olmak üzere) çelişiyor gibi görünmekle birlikte, bir “tavır” olduğu düşüncesi[11] yerliliğe daha net bir anlam katmaktadır.
Tanımlama tuzağına düşmeden, vuzuh için en iyisi izahtır, diyerek yerlilik konusunu kavramsal planda tartışmaya adım adım devam edebiliriz. Yerlilik çeşitli vesilelerle de belirtildiği gibi bir ait olma haline işaret eder. Aidiyet duygusu her şeyden önce fikri anlamda kaynağa bağlanma ve kaynağı önceleme anlamına da gelebileceği gibi, sonradan yapılan ekleme ve yaklaşımların “yabancı” olarak değerlendirilmesi ile kendine bir coğrafyaya mahkum olmadan daha geniş bir alan iddiası olarak da ortaya çıkabilir. Basit bir aidiyet duygusunun varlığı, “benzerini bulma” isteği ve çabasından kaynaklanır. Benzerini bulma eyleminin gerçekleşmesi yolunda “ortak bir geçmiş” gündeme gelirken “ortak bir gelecek” inşası merkeziyet kazanır.[12]  Kurtuluş Kayalı’ya göre ise tarih ve kültürün gündeme girdiği dönemlerde bariz olarak özgünlük ve yerlilik sorunları ifadelendirilmeye başlanmıştır. Bunun yansıması ise bir dönemler hemen her şeyin benzerliğinden bahsedilmesine mukabil artık yoğun bir şekilde farklılık ve özgünlükten dem vurulmasında ortaya çıkmaktadır.[13] Burada yerliliğin öne sürdüğü argüman “aynılaşmak” olmasa da, “benzerlik”leri öne çıkarmaktır ve burada yerliliğin modern zihin öncesinde kalan arkaik bir anlamı yüklenme çabasında olduğu sonucu çıkar. Ancak bu yalın çabanın masum bir kalkışla başlamış olması, varacağı yer ihtimalleri arasında ulusçuluk veya milliyetçiliği gözardı etmemize engel olmamalıdır. Ancak buna karşın ise yalın anlamanın karşısında yerleşen eklektik bir tarz riskleri beraberinde getirmekle aslında yerlilik dışında bir mevzi kazanmaktadır. Bu bakımdan yerliliği bir benzer’ini bulmanın da dahil olduğu bir yalınlaşma ve tecrübenin kronolojik akışının doğru tamamlanması yolunda bir çaba olarak görmek isabet olacaktır. Mekanlar ve kimlikler konusunun bile tek başına gözden kaçırılmaması gereken önemli bir olgu olduğunu belirtmek gerekiyor. Zira yerlilikte yer vurgusu ait olma duygusundan kaynaklanırken, o yer (’e coğrafyadan farklı bir anlam yükleyerek) vurgusunun/talebinin doğumundaki saikin ise kişinin bir aidiyet ile kendine bir kimliksel bir korunma teşmili çabası olduğu[14] belirtilebilir. Mekanların başlangıç itibariyle coğrafyanın vatan olması mekanın ev olması sürecidir, mekan ve kimlik ilişkisinin özü. Yerlilik talebi ve teklifinin, belli bir kimliğin ait olduğu ve olması gerektiği düşünülen yer’i ve o yerin tarihini ve tecrübesini bir mutabakat; toprak-toplum-kültür gerçeklerinin bilinmesi ve bunlarla gereken bağın kurulması[15], ait olunan toplumun temel değerlerine ve paydalarına karşı saygı ve anlayış “yerli” olmanın ilk şartı sayılmalıdır.[16] Mekan, coğrafya veya yer ile toplum arasındaki etkileşim bir zihniyet ve zihin inşa etmektedir. Dinden, etnisiteye, dilden, kültüre, siyasal birlik enerjisinden coğrafyaya sirayet edebilen bu beraberlik şuuru, yerliliğin kapsam alanı ile tamamen örtüşmektedir.[17] Yerliliğin, “yaklaşım tarzı” olması özelliğinin varlığına rağmen bunu sadece bu şekilde görmek yanıltıcıdır.
Yerlilik kavramına farklı anlam yüklemeleri aslında anlam yükleyenlerin kendi bulundukları yerin ifadesinden başka bir anlama da gelmiyor. Örneğin Kurtuluş Kayalı “ne zaman artık yerlilikten iyice bahsedilir olmuştur, tespit etmek lazımdır ki artık yerlilikten iyiden iyiye uzaklaşılmıştır” diyerek[18] aslında modernleşmenin içsel hal almasına dikkati çeker ve eleştirel bir duruş sergiler. Çiğdem eleştirel bakışına rağmen yerlilik konusunda doğru tespitleri sürdürerek, yerliliğin tarihsel yeniliği, yerlilik dayanaklarının (ve bu arada özellikle kültürün) modernliğe bağlı olarak gelişmesinden kaynaklandığını, bu olgunun, yerlilik ve modernlik ikilisinin aynı ruhu taşıdıkları anlamına gelmeyeceğini, tam tersine, modernlik ve yerlilik birbirlerine karşıt bir ruh oluşturma çabası içinde olduklarını belirtir.[19] Buradan hareketle modern bir dünyada (postmodernizmi de modern zamanların bir evresi olarak kabul ederek) yerlilik alanının sunduklarının[20] başında her şeyden önce yerliliğin modern dünyada ayakları “yer”e basmanın düşünsel imkanlarını sunması karşımıza çıkmaktadır. Bu da pratik edilme ve uygulama anlamına gelir. Bir düşünce bir yerde durursa/olursa ve bir yerden gelip genel alan için bir teklif olma yoluna yönelirse ancak kendinin neye ve nereye tekabül ettiğini gösterebilir. Yine yerlilik, gayrı meşru ilişkimizi artık inkar edemeyeceğimiz modernizmin modern dünyada ek bir kimlik ile bir yaşam hakkı ve alanı sınmasının adıdır. Yani modern dünyada bir ek kimlikle yaşama halidir. Bunda ise modernist aklın ürettiği kimlikleri gelenekle bağlantılı bir hale getirme durumu da yatıyor olabilir. Kendini koruma kimliğini meşrulaştırma çabasına kadar gidebilecekken aslında burada “yerlilik” olarak sunulan tavrın bir meşruiyet ve istismara kapı araladığı sonucuna varabiliriz. Zira “yerli bir yabancı ideoloji” paradoksu çözülmesi zor olduğu kadar, parçalanmışlığı açısından postmodern bir tavır, sentezleme ve kurucu tarihsel zihin ile irtibatsızlığı (ya da gayrı meşru irtibatı da denilebilir) yüzünden yerli sayılması zor bir durum olacaktır. Diğer yandan kimlik siyasetinin üstünde bir yere yerleşmeyi amaçlaması, ideolojiler ve kimlikler üstü söylemi açısından bakıldığında yerliliğin korunaklı bir alan olma iddiasına varmış oluruz. Diğer yandan kendini merkeze yerleştirmekle yerlilik değerlerin öncelenmesini önerir. Dinin, tarihin ve kültürün bu derece yerlilik söylemi içerisinde yer bulması ile, bu değerlerin (ki bunların birbiri ile ilişkileri ve ayrılmazlıkları da göz ardı edilmeden) daha bir öncelik kazanması modern önermenin karşısına yeni bir dil üzerinden çıkmaktadır. Yerlilikte asli ögeler ve kurucu zihnin mayası olarak kendini ortaya koyan değerler ile postmodernizmde tali argüman olan değerlerin şekli benzerliklerine rağmen mevzi, öncelik ve içsellik açılarından ayrılmakta zorlanmayacakları açıktır. Zira “yaşıyormuş… gibi” ya da “…yormuş gibi” durumların kendi özünü keşfetme ve özüne dönme, kaynağa giden yoldaki hataları tespit ederek yolu daha işlevsel hale getirme çabaları aslında bize yerliliğin modern dünyada ideolojik olmayan bir geleneksel imkan alanı olduğunu da gösterecektir.
Zihni sapmaların belirlenmesi ve ayıklanması en genel tavırdır, ki buradan yerliliğin tarihi bugüne taşıma ithamından ayrıldığına, oradan da tarihin yeni bir okuma önermesi adı altında yeniden yazıma tabi tutulacağı iddiası tutarsızdır. Tarihin yeniden kurgulanan bir mekanizma değil, aksine sapmaların tespitini kaynağa dönerek yapmak ve bugüne dair bir tavır belirlemek için imkan taşıdığı daha akla yatkındır. Tarihe bugünün kavramlarıyla yaklaşma bir sapmadır. Tarihi kendi içinde zamanıyla değerlendirme tecrübenin seyrinin doğrultusunu tespit için önemlidir. Yerlilik önemli ölçüde “Osmanlılık” kavramını andırıyor gibiyse de, şüphesiz ondan daha farklı, daha geniş ve şimdiki zamanın icaplarına daha uygun bir buluşma yeri.[21] Ancak Osmanlı’da olan her şeyin kabulü veya onayı anlamına gelmemektedir. Osmanlı’da yerliliğin izlerini aramak abes midir? Değildir zira Osmanlı yerli olduğu sürece yükselmiş, yerliliğini kaybettiği sürece de düşüşe geçmiştir. Yerlilik bu mana da sahihliğe sadakat olduğu kadar, kaynağı doğrudan almak anlamını da hedefler. Ki bundan dolayı tarihin sapma ve kırılmalarını tespiti amaçlıyor diyoruz.
Yerliliğin bildiğimiz anlamı ve lafızla ortaya çıkışı yabancılaşma paralel bir seyir izlemiştir. Bugün anlaşılan ve tartışacağımız yerlilik bahsine bir adım daha atabiliriz. Bu anlamda yerliliğe reaksiyoner bir anlam yüklenebileceği gibi, var olan değerlerin kendini muhafazası amacıyla direnç göstermesi, direnişe geçmesi anlamlarını yüklemek de mümkün olabilir. Yabancılaşmanın başlaması ile yerlilik bir toplumun sahip olduğu değerleri koruma adına, kendini savunma adına bir tepkimesidir. Bu manada yerlilik etnolojik bir konu değildir, Süleyman Seyfi Öğün’ün kavramsallaştırması ile kültüralisttir.[22] Etnolojinin ırklar üzerinden kültür ve diğer konularda tahlile giriştiği düşünüldüğünde, yerliliğin bizzat bir kurucu zihin olarak kendine uygun bir yapı inşa ettiği, bu yapının etnolojiden bağımsız bir okumaya tabi tutulacak “Türk” kimliği paralelinde farklı etnik kökenleri “eskiden olduğu” gibi bir arada tutma ve ortak zihne parça kılmaya giriştiği söylenebilir. Varolan hal’in direnç göstermesi bir tavrın temel dinamiği olarak kendini ortaya koymuştur. Yerlilik inkarla başlar. Evet yerlilik, yabancılaşmanın yerliliğin savunduğu değerleri inkarı ile başlar. İnkara karşı çıkıştır yerlilik. İnkarı dinî bir anlamdan başlayarak en genele uzanan bir kavram olarak anlamak gerek. Yabancılaşma bir inkardır. Kültürü, toplumu ve değerleri reddediş, inkar ediştir ve bunlardan vazgeçiştir. Yerliliğin geçmişte geçmişle bir ilişki kurma gibi bir görevi varken, -evet bu anlamda zaman dışına kaymayı ve zamansal sapmayı da risk olarak taşır bünyesinde- buna karşılık güncel bir yaklaşım olarak değerlerin aktarımını ve taşınmasını da ifade eder. Bu anlamda toplum hafızasına kurucu bir dayanak olma hali, yerliliği bir can damarı haline getirir. Yabancılaşma bağlamdan, belli bir yerdeki tarihin ve geleneğin akışından kopmadır.
Kristeva’nın sorusu önemli: “İnsan hem yabancı hem de mutlu olabilir mi? Yabancının çağırdığı yeni bir mutluluk kavramıdır.”[23] Yabancı yok ettiği mutluluğun yerine yeni bir mutluluk getirir, örneğin acı çekmek kavramsal olarak mutluluk olarak tanımlanabilir. Bu mana da yabancının götürdüğünün yerine getirdiği aslında bir farklılık da taşımayabilir. Teknoloji tartışmalarında sık sık vurgulanan bir konu olarak, teknolojinin kendisini üreten zihinden bağımsız olarak tam olarak kavranamayacağı, o zihnin dahil olduğu zihniyetin bir ürünü olabileceği medeniyetler bağlamında tartışılmıştır. Buradan hareketle yabancının bir şey götürmesi gerekmiyor, bir şeyi getirmesi için. Getirdiği doğal akış içinde kendine daha fazla yer açılması ile olanın alanının daralmasına neden olacaktır. İşte bu yüzden Türkiye’de yerlilik “refleksi”nin zuhuru, onun kendini tarif ve taleplerini dile getirme ihtiyacından değil, ona yönelen başkalaştırma tehdidi ile ortaya çıktı.[24] Yerliliğin doğal bir harekete geçme, saldırıya karşı kendini koruma olarak görmek onun reflekssel yapısını perdelemez. Yerliliğin güncel bir kavram olarak henüz yerleşik bir sabiteye ulaşamamasından dolayıdır ki, farklı alanlar ve yansımalar ile bağları kurulabilmekte, bunlarla ilişkisi üzerine fikirler yürütülmekte ve üzerine farklı farklı anlamlar yakıştırılabilmektedir.
 Öğün yerliliğin başlıca üç görünümü olduğunu ifade eder[25]: Yerlici hareketler, yerlici sendromlar, yerlici kültüralizm. Türk yerlici düşünüşü bir kültüralizm olarak anlaşılabilir. Yine Öğün yerliliğin genel karakteristik özelliklerini, genel çerçevesini çizmeye devam eder. Ona göre yerlilik, oryantalizme karşı teoloji, mitoloji, ahlak ve edebiyat alanında sınırlı kalmıştır. “Ahlak” hemen her Türk yerlici kültüralistinin değişmez mottosudur. Örneğin tasavvuf, ahilik ya da esnaf ahlakının numuneleştirilmesi ve yüceltilmesi Türk yerlici kültüralistlerinin hemen hemen değişmez referanslarını oluşturmaktadır. Bunları bir kısırlık olarak değerlendiren Öğün, bunun nedeni olarak ise, “yerliciliğin” tutunum mevzilerinin açılımsız olmasıyla alakalı olduğunu ileri sürer. Savunma amaçlı olmasından dolayı, dar görüşlülüğü ve içe kapanmayı yücelttiği, muhafazakarlıkla tabiatı gereği bitişecektir. Ancak burada Türk muhafazakarlığı ile Batı anlayışının muhafazakarlığı arasındaki bariz farkın ortaya konulması yerinde olacaktır. Türk muhafazakarlığının siyasal yansıma ve kullanımlarının bulunmasına rağmen, realitede pratiğin adı olması gerekmektedir. Halkın arasında bulunan ve yaşanan tarzı hayat muhafazakarlıktır. Batıda ise teorisi yapılmış ve siyasal alanda yeri belirlenmiş bir teoridir muhafazakarlık. Yerlici kültüralizm, bir boyutuyla “bir başka dünyaya” karşı muhalif bir kültürel direnci üretirken, diğer boyutuyla “içerideki dünyalara” karşı muktedir bir kültürel baskılamayı tatbik edecektir.[26] Burada dominant bir kimlikten mi söz ediliyor, yoksa doğal bir yok etme ve iç etme refleksinden mi? Biz konunun bir zihniyet sorunu olduğunu ifade ederken “içerdeki dünya”ların da bu zihniyetin önemli parçaları olarak nebulatik yapısı içerisinde bulunduklarına dikkati çekmek gerekmektedir. Buradaki milliyetçi iddianın nebulatik yapı karşısında fazla tutunacak dalı yoktur. Milliyetçilik kendi evreninin peşindedir. Yerlilik ile bağdaşmazlığının başındaki temel neden milliyetçilik ateşlemesinin yerlilerin işi olmayacağıdır. Milliyetçilik modern zamanlarda göçmenlerin ideolojisidir. Bundan dolayı milletçilik toplumun önce içinden başlayıp dışarıya yönelen bir yabancılaşmadır. İçerdeki bu hareketlilik ancak göçmenler eliyle sağlanabilirdi. Yerliliği, milliyetçilikten farklı bir yerde değerlendiren Alkan; kişiye, herhangi bir siyasi mesaj verme külfetinde kalmaksızın ait olduğu kültürel çevreyle ilintilerini ve barışıklığını rahatça ifadeye imkan veren bir yer olduğunu ifade eder. O “yer”i beğenmeyenlerin dışlanmayacakları, kendisini orada tarif etmesini sağlık nişanesi olarak kabul eden, kısa menzilli kamplaşmaları değersiz bulan insanların buluşabildiği geniş bir platform olduğunu ifade etmektedir.[27] Ancak “Gökalp paradoksu” tekniği medeniyetten, medeniyeti de kendi anlamından koparıyor. Zira bugün gelinen nokta bağlamından koparılmış karmaşık bir yapı taşıyan sentezleme fetişisti bir yaklaşımın egemenliğidir. Gökalp’in yerliliğin bağlama yerleştirme hilafında duran bağlamdan koparma tezinin bugünün Türkiye’sinde az istisna dışında genel kabul gördüğü söylenebilir. Gökalp’in durduğu yer ile ilgisi olmayan örneğin İslamcı veya solcu çevrelerin tutundukları tez Gökalp’in bağlamından koparılmış erken postmodern medeniyet tezidir. İslam’ın ümmetinde olmakla inançsal bir alanla öyle ya da böyle bir ilişkinin kurulabileceği, kurulması gerektiği ve bunun bir üçlemenin bir ayağı olduğu düşüncesi birinci tekliftir. İkinci teklif Türk milletinden olmakla Türk ırkına ait olan anlaşılabileceği gibi büyük oranda Türk kültürüne dahil olmak da anlaşılabilir ki, bunda tek başına alındığında ilk önerme gibi sorunsuzdur. Son olarak ise ilk ikisinin dillendirilmesinin ardından ilk ikisini (dönemsel olarak da) yok etmeye ve iç etmeye çalışan Batı’nın medeniyetine dahil olma söylemi, medeniyetin parçalanmışlığı ve kendi kendini dinamitlemesi olarak anlaşılacaktır. Oysa ki, ilk iki slogan kendi içinde birbiriyle uyum gösterebilecekken, medeniyet söylemi ile büyük resim gözden kaçırılmış, büyük resmi oluşturan iki önemli alanı bir diğer resme dahil etme yanılgısı gösterilmiştir. Türk sağı işte bu noktada bağlamları koparılmış farklı söylemleri taşıdığından Gökalpçidir ve yerliliği parçasaldır. Sağ, bağlamından koparmasına rağmen dinin ve kültürün taşıyıcı olma çabasına olmuştur, sol ise enternasyonalist bir söylemle dinin ve kültürün varlığını kimi çevrelerinde red, kimilerinde görmezden gelinme tavırları ile yerli olamamıştır.
 
Toplum örf ve adetlerinin “gelenek” olarak adlandırılması eksik bir tanımlamadır. Zira “gelenek” bunları içerdiği gibi, asıl zihniyetin pratik yansımasıdır. Bu anlamda modern algının dayatıp kabule zorlaması ile değişmeyen donmuş bir yapı değil, aksine kendi içinde kendini yenileyen, içindeki tekamülü sürdüren bir olgudur. Alkan’ın “sürdürülebilir gelenek” olarak kavramsallaştırdığı anlayışla bakarken “gelenek”i anlamak, bilmek ve onu tasarruf edebilmek, kişinin ait bulunduğu uzviyetle beraberliğinin ilk şartı haline gelir; sıradan birisi için neredeyse gayri iradi sayabileceğimiz bu meziyet, geleneği “geri” bulan bir entelektüel için vazife haline gelir.[28] “Gelenek” kavramının dini literatürle olan bağına ve dinin “geleneksel”/kadim dünyanın en önemli aktörü olduğu gerçeğine rağmen, modernist dinî akımlarca yerliliğe soldan da daha sert eleştirilerin ortaya çıkması manidardır. Yerliliği, geleneksel bir sapma olarak gören, yerliliğin tasavvufla olan ayrılmazlığı gibi bir hakikat karşısında savunularının boşa çıkma tehlikesi ile karşı karşıya kalan kimi dinî çevrelerin, yerliliği modernleşme ve sağcılaşmanın yeni öncüllerini ürettiği, toplumdan/toplumun arınmasından ziyade, ulus-devletin yumuşak karnını sağlamlaştırmaya yaradığı iddiaları[29] bu mana da, seküler, karşılılığı olmayan ve tepeden inmeciliğe varacak bir yaklaşım olarak görülmektedir. “Akılcı” ve giderek seküler bir yapı arzeden dini çevrelerin dinin temelini sarsmaya yönelen söylemleri üst dili olarak “doğrudan” Kitap’a ve sünnete yönelme iddiası ile kurulurken, eleştirilen jakoben dünyanın bir karşıt (alandaki benzer) figürü oldukları/olabilecekleri gözden kaçmamaktadır. Zira bu çevrelerin bizatihi varlıklarının yabancı bir akıl olması, Arap aklının, Fars Aklının ve Türk aklının birbiriyle çatışmayan uyumlu tarihsel birlikteliğine yönelen bir farklılaşma taşımaları, giderek egemenlerin ellerinde şekillenen yeni yapay bir aklın önünü açmaya dönük ve ilk üçünü iptali hedefleyen yapıda olmaları önemle vurgulanması gerekiyor. Klişeler üzerinden konuşarak bir hakikate tavır alınması doğru değil. Yerlilik toprağa tapmak değildir, bir ırkın diğerlerini yutması için bir zemin de değildir. Devlet adına devletin bekası için üretilmiş bir proje de değildir (ki bu nihai hedefi alt bir gündem olarak taşısa da…). Bunlara rağmen yerliliğe bu yönde bir yakıştırmanın yapılmasının temelinde yatan gerçek olsa olsa yerliliğin yabancılaşma ve sapmalar karşısında kaynağa ve sahih olana olan sadakati ve bunların vurgulamasıdır. Çünkü yerlilik bir redde girişmeden sorgulamayı getirmektedir. Önce red değil sorgulama. Sonra ise bir sapmanın reddi. Bu ve benzer fikirlerin geldiği nokta sol bir kaderdir. Bu hem taklidi içermekte, hem de gelinen mevzi anlamına gelmedir. Zira hedefine aydınlatılması gereken bir halkı yerleştirenler, farklı bir mühendislik çalışması ile doktriner bir tavır ile giderek halkla arasına mesafeler koymuş, halka uzak düşmüş ve dar bir çevreye sıkışıp kalmışlardır. “İslamcı” yerlilik eleştirilerinde temel eksen dinin kültür olarak algılanmasına skalası üzerine oturur. Yine yerliliğin hermenötik yöntem arayışları içinde olduğu iddiasının zayıflığı, bağlamdan koparma tavrına karşı yerlilik bir bağ kurma, bağlamı tamamlama, bağlamı kendi şartları ve zamanından başlayarak güncele getirme çabasında olduğu düşünüldüğünde ortaya çıkmaktadır. İnsanı tarih ve kültür gibi bağlamlarla ancak daha yetkin bir şekilde anlamak mümkündür. “İslamcı” olarak nitelendirilen çevrelerin bir göçmen ideolojisi olan milliyetçiliğin takipçilerinden daha fazla yabancılaşma ve sapma içinde olduklarını söylemek mümkün. Zira “doğrudan” Kur’an’a yönelme, önemli bir mirası, önemli bir ruhu ve geçmişi ayak altına almak olduğu gibi, Kur’an’ın kendisinin va’zettiği hakikatten bir sapma oluyor. Tarz ve tavır olarak aksini iddia etse de köksüzlükleri ile püritanist bir yönelim. Kendi içinde reformcu, “köhneyen” fikir ve kurumların ayıklanmasına kendini adamış bir yoksaymacılık. Nihayetinde bir peygamber ve cemaatik yapı ile pratize olan dini anlamaktan uzak, pratik ve ilk kaynaklarının dahi es geçilmesi yoluyla ayetlerin ve surelerin sapmalara delil olarak rahatlıkla kullanıldığı iç acıtan bir durum. Bir tarihsel manivela gücünü hep korudu. İçerde bir algı yanılması ve sapma, farkında olarak ya da olmayarak belli güçlerin amaçları doğrultusunda önemli bir red misyonu gördü.
Bu aşamada mekanın, coğrafyanın ya da yer’in belirleyiciliğinden söz etmekle determinizmin iradeyi yok sayan yaklaşımı arasındaki ayrımın da net olarak ortaya konması gerekmektedir. Yerlilik olarak gördüğümüz kavram çerçevesinde bir yerde doğan, ortaya çıkan ve kök salan süregelen bir zihniyetten bahsediyorsak, bir kurucu iradeye atıf yapıyorsak burada iradenin yok sayılması değil, iradenin kuruculuğu ve kurumsallaşması ile karşılaşırız. Bu açıklama da kendi içinde bir açıklama gerektirecek. Zira ilk kurucu iradenin veya yapının sonrasında gelenlerin iradeleri fesada uğramış mıdır? Değil. Zira toprak vatan olmuş, vatan bir tarihin, oluşturduğu kültürün beşiği olarak devam etmiştir.
Nihayetinde yerlilik lafzen bir “yer”i işaret ettiği gibi bir kimliği ve aidiyeti de işaret etmektedir. Bugün bir sapma olarak nitelendirilebilecek yabancılaşma karşısında sahih bir duruşu işaret etmesi gibi, tarihin sapma noktalarında yaşanan durumlardaki sahihlik arayışını yerlilik olarak nitelendirmek aslında tüm zihinsel sapma olarak görülecek konulara karşı genel bir yaklaşım olacaktır. Nihayetinde dinin yerliliğin ön şartı olduğu kabul edilmesi gerektiği gerçeğinden hareket edersek, dinin sahih kaynaklarına bu sahih kaynakların taşıyıcılarına karşı takınılan olumsuz bir tavır veya yaklaşım birer sapmadır. Ancak sapmaları zenginleştirici sentez olarak görmek son derece sorunlu bir yapı arzedebilirken, diğer yandan yabancılaşmanın bünyeyi yavaş yavaş sarması anlamına da gelir. Yerliliği, içerdekilerin muhafazası, dışardan gelenin adaptasyon yoluyla yerlileştirme amacında olduğunu söylemek, yerliliğin sırtını tarihe yaslama, tarihteki birikimleri ve sorunları merkeze alan çözüm tezlerini görmezden gelme iddialarını da aslında eleştiren bir yaklaşımdır. Yerliliğin argümanlarının içsel bir yapıdan hareket etmesiyle çelişkili olan düşüncelerin aslında, sonrada icat edilen bir sistematik olarak kabul edilmesini de önermektedir.
BİR KAVRAMA TARİH “İCAT” ETMEK Mİ?
Yerlilik tarihi kültür ve medeniyet bağlamında yeni bir okumaya tabii tutmayı önermektedir. Iskalanan zamanın ruhuna vakıf olma çabasıdır. “Zamanın ruhu”, şimdiki zaman üzerinde kullanılıyor olsa da, zamanın geçmiş zaman içindeki ruhu ile buluşmak ve burda bir yüzleşme yaşamak, nihayetinde o ruha geçmiş zamandan dahil olarak şimdiki zamana gelmek şeklinde gerçekleşecektir. Buradan hareketle yerliliğin bir zihniyet oluşumunda tarihe dönme argümanının tarihselliği yeniden tecrübe etmekten ötede, güncelde mantık bağlamında bir tutarlılık ve hakikate ulaşmayı hedeflediğini söylemek mümkün. Nilüfer Göle’ye göre tarihselliği zayıf toplumlar, modernliğin tanımına kendi pratiklerinin damgasını vuramamış yani değişimi ve yenilenmeyi içsel ve yapısal bir süreç olarak üretememişlerdir.[30] Şimdi buradan hareketle, tarihselliği masalsılığa kaymış bir toplum olan Türk toplumunun tarih içindeki önemli kırılmaları da göz önüne alındığında güçlü bir tarihsellik söylemine rağmen zayıf bir tarihselliğe sahip olduğu, yine Göle’nin tespiti ile tarihselliği zayıf bir toplumda özellikle pozitivizmin işlevi ayrı bir önem kazandığı, pozitivizm bir yandan yerelliğe karşı Batı kültürel modeline evrensellik boyutu atfederek modernleşmeci Batı hareketleri doğruladığı[31] düşünüldüğünde yerliliğin ısrarla bir tarih vurgusu yapmasında önemli bir nokta karşımıza çıkacaktır. Yerliliğin zayıflayan/ zayıflatılan/ kırılan tarihselliği aşarak tarihi yeniden okuma ve bugüne güncelleyerek bağlamına yerleştirme çabası Batı merkezli modernleşmeye karşı bir tavır olduğu kadar, pozitivizme de karşı bir tavırdır. Yerlilik bu anlamda yerel kültürü merkezine alan, yerel kültürü bir anlamda kendi içinde modernize eden bir yaklaşıma da sahiptir denilebilir. Zira Batılılaşma ve Batı merkezli modernleşme karşısında bir iddia ve tavır sahibi olabilmek için yerlilik kendini muhafazadan ötede artık karşı bir tez öne sürer. “Yerli kalan”, “yerli kalmayı ümit eden” toplumlar tarihsel evriminin zayıf halkasını teşkil ederler[32] gibi bir yargı kullanıldığı bağlamdan bağımsız olarak okunduğunda anlamlıdır. Zira zayıf halkanın harekete geçmesidir yerlilik. Tarihin eksik kalmış döneminde olan çağdaş insanın kendine yeni arayışı doğaldır, zayıf bağı kuvvetlendirmeye çalışır, kendisinden önce gelen güçlü halkaya güçlü ve güçle eklemlenmeyi umut eder, tarihin sonraki evresi için gelen’i muhafazayı seçer. Çiğdem’in “yerliliğin tarihi “etik” bir şekilde çarpıttığı”[33] iddiasına karşı yerliliği kendi tarihini keşfi ve tamamlama çabası olarak görmek mümkün. Zira kendisine gelen ve bildiği tarihin eksik olduğu düşüncesi, sapmaların tarihin bir noktasında ana kaynaklara dahil olduğu inancı bir geçmişe dönme çabası olarak karşımıza çıkacaktır.
 Daha önce Yahya Kemal örneğinden hareketle tarihe dönüşü ele aldığımızda Yahya Kemal’in tarih algı ve ilgisinde, kültürel belleğin geçmişin belli noktalarına yöneldiğini söylemiş ve Assmann’ın görüşlerinin Yahya Kemal üzerinde tatbikinde bu çabanın bize ilginç sonuçlar verdiğini ifade etmiştik.[34] Geçmiş geçmişte olduğu gibi kalmıyor, daha çok şimdiki zamanda bağlantı figürlerle yoğunlaşarak ortaya çıkıyor. Yahya Kemal’in özellikle fetih eksenli hatırlamaları, o fetihleri görmüşçesine gününe taşımasını getirmiştir. Yahya Kemal kendine seçtiği tarihi içinde bulunduğu zamana, adeta o tarihi yaşamışçasına getirmiştir. Bu anlamda yerliliği ve yerliliğin tarih algısını Yahya Kemal’in bir fethi yaşamış gibi anlatıyor oluşunda değil, fethin coşkusunu sanki yaşamışçasına taşıyor oluşunda aramak gerekiyor. Belki bu yüzden yerlilik bahsinde hamasete düşmek kolaylaşıyor. Yahya Kemal’de sorgulanan ve hakikati aranan bir tarihten ziyade özlenen bir tarih yaklaşımının olduğu söyleyebiliriz. Kültürel bellek için gerçek değil hatırlanan tarih önemlidir. Bu hatırlama kendine bir tarih algısı ve bellek kuruyor. Buradan bir felsefe çıkmayacak. Yerlilik hatırlamaktan ötesini önermektedir. Tarihi yeniden keşif ifadesi biraz abartılı belki, evet kurma kelimesi de abartılı, ancak bir kırılma ve sapma noktalarının belirlenmesi ve burada onarılması tahayyülü ile bugüne gelmeyi amaçlamaktadır. Bu anlamda Yahya Kemal’de karşımıza çıkan tarihselliğin yerliliğin önerdiği tarihsellikle bir bağı bulunmamaktadır. Yahya Kemal geçmişe özlemle, geçmişe dönmüştür adeta. Ütopik bulunabilir ama Yahya Kemal bu anlamda zamanımızın insanı değildir. Ya da yerlilik eleştirilerindeki bir klişe ile ifade edersek tarihi olduğu gibi donmuş halde bugüne getirmiştir. Yahya Kemal tarihsellik içinde kaybolmuştur. Yerlilik üzerinden düşündüğümüzde, yerlilik tarihin bugüne onarılmış olarak gelmesini teklif eder. Yahya Kemal geçmişin sarhoşudur, bu anlamda Yahya Kemal’in tarihe olan ilgine, sevgisine rağmen onda bugün yüklenen anlamıyla yerli bir tavır görmek olanaksızlaşacaktır. Diğer taraftan bilinen tarihi olaylar dahi Yahya Kemal’de adeta destanlaşmıştır. Kültürel bellekte, gerçek tarihin hatırlanan tarihe ve ardından efsaneye dönüştüğü ileri süren Assmann, efsanenin kurucu bir tarih ve bugünü geçmişin ışığıyla aydınlatmak için anlatılan bir öykü olduğunu ileri sürer. Tarihin hatırlama yoluyla efsaneye dönüştüğünü, ama bu dönüşümün sonunda onun gerçek olmaktan çıkmadığını, aksine sürekliliği sağlanmış düzenleyici ve biçim verici bir güç olarak gerçeklik kazandığını ileri sürer Assmann. Buradan bakıldığında çöken bir İmparatorluğa fetih günlerini hatırlatmak, yeni kurulan bir devlete köklerini hatırlatma ve son olarak radikal kopuşlar yaşanan bir modernleşmeye içeriden, tarih ile bağ kurmayı önermek, bilinen tarihi bugüne, coşkusuyla, hüznü ve özlemiyle taşımak Yahya Kemal’de bir misyon halini almıştır. Akif’in din için yüklendiği misyon Yahya Kemal’de tarih olmuştur. Yerliliğin Anadolu’nun erenler eliyle fethi söylemi ile Yahya Kemal’in Malazgirt için yüklediği milat anlamı ortaktır. Yine Yahya Kemal’in ve yerliliğin ortak söylemleri anlamında Osmanlı’nın bir güç bir iktidar imgesi olarak sunulması da Assmann’ın “iktidar hatırlama için güçlü bir uyarıcıdır.” görüşü[35] ile açıklanabilir. Diğer yandan yerlilik için vurgulanması gereken bir konu Yahya Kemal üzerinde somutluk kazanmaktadır. Bellek sanatı için mekan neyse (Üsküp, İstanbul…), hatırlama kültürü için de zaman (1071) odur. Hatırlama figürleri belli bir mekanda cisimlendirilmek ve belli bir zamanda güncelleştirilmek isterler, yani coğrafi ya da tarihi anlamda olmasa da her zaman somut bir mekana ve zamana dayanırlar. [36] Belleğin mekana ihtiyacı vardır, mekansallaştırma eğilimi içindedir. Toplumsal belleğin zaman ve mekan kavramları, söz konusu grubun duygusal ve değerlerle yüklü yaşam bağlamı içindeki iletişim biçimleri ile oluşur.[37]
Toplum hafızası hatırlamayı getirdiği gibi unutmayı da ortaya çıkarıyor. Hatırlama kültürünün baskın olduğu toplumda, toplum sınırlarını zorlama anını kollar. Negatif hatırlama ise, sınırlara yaklaşmamaya itina gösterir. Zira sınırlar olumsuzluğu hatırlatır, haddi bilen bir yapı… Hatırlama, aynı zamanda kayıtsızlığa karşı bir mücadeledir. [38] Kristeva’nın “yabancılığın kayıtsızlık” olduğunu söylediği sözüyle[39] bağlantı kurarsak hatırlama yabancılık karşısında bir asla dönüş, yerliye dönüş anlamı da taşıyacaktır.Geçmişle farklı ilişkiler kurulabilir. Geçmişle ilişki “hatırlama” üzerinden, bir “hatırlama kültür” biçiminde ve “hesaplaşma politikası” olarak kurulabileceği gibi; “unutma” aracılığıyla, bir “unutma kültürü” ve “bastırma politikası” olarak da kurulabilir. Ancak bazı toplumlarda belli dönemlerde “unutma politikası” öne çıksa da, hatırlama kültürü evrensel bir olgudur.[40] Sancar’a göre, geçmiş, esas olarak iki nedenle tartışma alanına çekilir, hafızaya davet edilir: Ya geçmişin çizgisinden ayrılmamak, geçmişin zihniyet yapısını koruyup sürdürmek ya da tam tersine geçmişin iktidarından/hakimiyetinden kurtulmak. Birinci durumda, bugünü geçmişin belli unsurları temelinde kurma hedefi söz konusudur. Bu nedenle de, geçmişin gurur duyulan; öz değer duygusunu gölgeleyen değil, aksine pekiştiren, utanç ve suçtan bütünüyle uzak olduğu iddia edilen dönemleri hatırlanır, hatırlatılır. Ya da geçmiş, bu amaca uygun bir yorumla, sık rastlandığı gibi çarpıtılarak kolektif hafızaya nakşedilmek istenir.[41] Hatırlamak eylemi, seçilmiş olma ilkesine dayanıyor. Çünkü seçilmiş olmak hiçbir şekilde unutulmaması ve unutturulmaması gereken en yüksek düzeyde sorumluluklar kurumu anlamına geliyor.[42] Bu mana da yerlilikteki seçilmiş vurgularına baktığımızda, Türk olmak (zihniyetinin bir parçası olmak), Müslüman olmak (inancının getirdiği üstünlük) seçilmişlikleri vurgulu hale getirmektedir.
Bir insanı, yaşadığı mekanlardan, toplumdan ve zamandan bağımsız olarak ele almamız ve onu anlamamız zor. Kendi ruh evrenindeki özgünlüğünün nasıl farkında olmamız gerekiyor ise, bu özgünlüğü tamamlayan, zaman zaman biçimlendiren dış etkenleri de ele almamız gerekir ki, girişilen anlama eylemi bir bütünlük kazansın. Gidddens içinde doğduğumuz ve olgunluğa eriştiğimiz kültürel ortamın davranışımızı çok fazla etkilemesi, her türlü bireysellikten ya da özgür iradeden yoksun olduğumuzu düşündürebileceğini ifade eder. Hatta insan iradesinin yalnızca, toplumun bizler için önceden hazırlamış olduğu bir kalıba döküldüğünü de ileri sürer. Ona göre ancak toplumsallaşma süreci boyunca hepimiz bir kimlik duygusu ile bağımsız düşünme ve eylem yeteneği geliştirebiliriz.[43] Yerliliğin önerisi donmuş bir tarihi bugüne taşımak değil, tarihi değişen akışı ile anlamak, tarihin seyrinin sahih olana sadakat üzre ilerlediğinde nasıl olacağı üzerinde yoğunlaşmak ve buna göre bir tavır almaktır. Tarih bir zihin ve hafıza kurmanın en büyük zamansal desteği. Zamanın ve toprağın zemin olduğu bir büyük zihniyetten söz ederken, yerlilik kendini bu algılamanın merkezine yerleştirir. Tarihi yeniden kurmak, kurgulamak, dondurarak bu güne taşımak gibi söylemlerin aslında yerliliğin kurgulanan tarih karşısındaki doğal refleksleri göz önüne alındığında tutarsızlı da ortaya çıkacaktır. Toplum bir hafızaya sahiptir, toplum bir aynı zaman da bir zihniyetin yükseldiği ve varlık bulduğu bir alandır, gövdedir. Bu evreninin içindeki farklılıkların yumuşak bağların bulunduğunun da gözden kaçırmıyoruz. Bu zihniyet, yerliliğe göre, kendini yenileyen güncelleyen bugüne taşıyan, geleceğe taşıyacak olan bir yapıdadır. Yerli’nin romantik duyuşu kadar düşünsel duruşu da gelişmiş olsaydı, bugün yerlilik üzerinde konuşurken, yalpalamadan, kavramın bizzat teorik geçmişine gidebilirdik.
 
TOPRAĞI VATAN YAPMAK
 
Toprağa ruh veren millettir, halkı millet yapan ise inanç. Halkın ruhu millet olmuş kitlelerin ruhudur. Bu ruh toprağı işleyip ona bir ruh verir. Zamanın ruhu ise bu ikisinin tarihselliği üzerinden gelir şimdiki zamana. Zaman ve mekan, insanın ve toplumun yaşamındaki belirleyici temel unsurlardır. İnsani eylemler bu iki unsur dahilinde gerçekleşir ve anlamlandırılır. İnsan zaman ve mekanlar kurduğu ilişkide kendini konumlandırır. Zaman ve mekan ünsiyeti ise doğrudan kimlik kavramıyla ilişkilendirilebilir. Bu doğrultuda mekan, insan ve toplumu ele veren bir imge özelliğine sahip olmaktadır.[44] Geleneksel toplumun temelini insanın toprakla kurduğu ilişki oluşturur. Toprak işlenir, ihya edilir, ev olur, yurt olur. Yerin, mekanın, coğrafyanın; yaşanılan somut mekansallığın insandaki izdüşümünün belirgin bir hal arzetmesinden dolayı öteden beri sosyologlar ve sosyal bilimciler, toplumsal olanı anlama ve açıklamada mekanı da göz önünde bulundurmuşlardır. Eylemlerinin anlam haritasına yerleşen mekansallık, ister istemez onun yönelimlerini de etkilemekte ve böylece mekan tıpkı zaman gibi insanı anlamada temel kategori haline gelmektedir.[45] Ancak tarihsel olarak insanın toprakla olan rabıtası her geçen gün azalmaktadır.[46] Bu durum karmaşık bir toplum yapısı ve yersiz ve yurtsuz insan figürlerini ve düşünme biçimlerini ortaya çıkarmaktadır. Mekan, insanın ve toplumun pratik yansımalarından birisidir. İnsan mekanda varlık kazanır, mekanda oluşumunu gerçekleştirir, mekanda dönüşüyor. İnsan ve toplumun bir yerle irtibat kurmaksızın, bir yere bağlanmaksızın oluşması söz konusu olmaz. Yer insanın durduğu, dünyayı izlediği zemindir, yani referans alanıdır. Zemin bakış açısıdır, değerlendirme odağıdır. Yersizlik, zeminsizliktir yani mekanda karşılığının nötr olması demektir. Toplum kendini mekanlarda üretir. Toplum kendi kimliğini mekanlara yansıtır. Toplumsal kimlik, mekanlara kazınarak bir gelenek ve bilinç oluşturur. Mekan böylelikle sosyal göstergeye dönüşür.[47] İbn Haldun iklimler ve coğrafyanın etkilerine dikkati çekmektedir. Sıcak bölgelerin insanları ile soğuk bölgelerin insanları arasında karakter, mizaç farklarını ortaya koyar İbn Haldun.[48] İbn Haldun’un fikri derecelendirilmesine baktığımızda, ilk olarak hariçte, tabii veya vaz’i bir tertiple tertiplendirilmiş hususları aklen kavramaktır, bu surette insan kendi kudretiyle onları vücuda getirir. Bunun da ekserisi tasavvurdur. İkinci derece, insanın hemcinsleriyle olan münasebetleridir. Buna da sosyal ortam demek mümkün. Üçüncüsü ise, hissi idraki ötesinde olup amel ile alakası olmayan bir maksat hakkında ilim veya zan husule getiren fikirdir.[49] Mekan-toprak-coğrafya-iklim konularının harici etkilerinin ışığında bir zihniyet olarak yerlilikle bağlantısının kurulması bizim için “Anadolu”nun vatan olarak önemini bariz bir şekilde öne çıkarmaktadır. Yerlilikten bahsedildiğinde bir mekan veya coğrafyanın değer yüklenerek “vatan”a dönüşmesi kaçınılmaz bir neticedir. Bu anlamda yerlilik, coğrafyanın vatan oluşuyla ortaya çıkmıştır. 
Evrenselcilik söylemi düşüncenin coğrafyadan coğrafyaya aktarımları kolaylaştırma için ortaya çıkan bir söylemdir. Zamanı, insanı ve mekanı dikkate almayan bir düşünce fesadı olan evrenselcilik geçmişte sol üzerinde büyük bir zafiyet ve marjinaliteye nasıl neden olmuşsa, dini çevrelerde de özellikle selefi-siyasal söylemlerde benzer bir yara ve kopma doğuracak nitelik kazanmıştır. “Ümmet” söyleminin bağlamından koparılmış, milleti yok ve gereksiz sayan tavrı evrenselci bir söylemdir. Bir kavramın anlam kaybına uğramasının ilginç örneklerindendir. Bu bakımdan Kapitalizmin araçları ile evrenselcilik söyleminin araçları aynıdır. Yine Öğün’e göre de evrenselcilik, oryantalizmin açılımcı boyutunun göstergesidir. Yani oryantalizm, aşırı büyüyen kar hadlerinin dinamiğiyle, dünyanın fethi saikiyle harekete geçen kapitalizmin bağlamına oturur. [50] Evrensellik ile “soyut vatanın” tercih edilmesi son derece trajiktir. Evrensellik çabasında olan bir düşünce, bir yer’den gelmiyorsa bir zamanı işaret etmiyor, bir zamanın şahidi değilse yok demektir. Evrensellik adına düşüncede vatansızlaşma yolu yayınlaştırmaktadır.
Türkiye neden vatandır, Anadolu neden bizim yerimizdir, neden biz bu toprakların yerlisiyiz, yerli düşünce neden tarihi ve vatanı olan bir düşüncedir? Gibi soruların cevaplarını Sezai Karakoç, Yahya Kemal ve İsmet Özel’in düşünceleri üzerinden tartışacağız.
 “Türkiye niçin vatan?” Sorusuna İsmet Özel “Türkiye dar-ül İslam olduğu için vatan.” cevabını vermektedir. İnanç ve din temelli bir vatan kurgusundan hareket eden İsmet Özel’in son dönemde geldiği nokta ise millet olma ve bunun türevi milliyetçilik gütmektir. Ancak yerlilikten bahsedildiğinde, milliyetçiliği aşan bir düşünce karşımıza çıkıyorsa, İsmet Özel’in milliyetçiliği aşan düşünceleri milliyetçilik söylemi ile fesada uğrayıp zayıflıyor. Medeniyet dediğimiz olgunun teknik ve teknoloji temelli okunması gerektiğini bu derece net söylediği için (Üç Mesele’de) bu fikirleriyle ele alınmalıdır.[51] Özel’e göre; “Gerçek düşünceler ancak gerçek insanlar arasında ve sahici bir vatanda barınabilir.” Düşünceleri, somut vatan-soyut vatan tercihlerine göre değerlendirmektedir. İsmet Özel içindeki yaşadıkları topluma, toplumsal örgütlere “bizim” diyemeyen insanların kendi fantastik dünyalarında, meslek öbeklerinde, siyasi kamplarda buldukları “biz” duygusuna kaçacaklarını ifade etmektedir. Ama gerçekte her insan teki için esas olan kendi zihnindeki “soyut vatan”dan başkası değildir. Bu tür anlayış insanı kendi üzerinde kapanmaya iter. Giderek soyut olduğu kadar gerçekliğin getireceği arılardan arındırılmış bir “düş ülkesi”ne mensup olur. Güzellikte, iyilikten, sevgi ve ümitten inşa edilen ülke bir yok-ülkedir. İsmet Özel yok-ülkenin uzlaşmaz, totaliter ve düşman kılacağını yazmaktadır. İyi ve kötü yanları olan bir bütünün içindeyiz, ama soyut ülke bir ütopya olarak farazi vatan olmaktadır. Modernleşme ile yokülke-soyut vatan tercih edildiğini belirtir. Soyut vatanın insanların son yüzyıldaki propaganda yöntemleriyle zihinlerine dolan “ideolojik” vatanlar olduğunu belirten Özel,  insanların düşüncelerinin sınırlarını çizdiği bir ülkede yaşamayı fiilen içinde bulundukları şartların huzur bozucu atmosferinden daha güven verici bulabileceklerine dikkati çeker. Somut vatan sahibi insanları ise şartları kavrayan, üzerinde yaşadıkları toprağı ve bu toprağın insanını kabul etmiş olduklarından, herhangi bir insanla olan beraberlikleri görünüşte değil, esastadır. Burada ayakları yere basan bir düşünce sadır olmaktadır. İsmet Özel Türkiye’nin basit bir yerlilik olayından ötede daha farklı anlamları yüklendiğini ifade ederek bunun başında Türkiye’nin bağımsız bir ülke oluşunu saymaktadır. Türkiye’nin nisbi bağımsızlığı iki bakımdan farklılık taşır: Hem ülkenin kılcallarına kadar yabancı nüfuzu yayılmamıştır, hem de yabancıların tavsiyeleri tam riayet etse bile yönetici kadro bir vekiller heyeti değildir, daha da ilginci toplumun çoğunluğunun bir parçası olarak görevlerini ifa etmektedirler. Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sömürgeciliğe direnerek sömürgeleştirme çabalarını bertaraf etmesi buna güç katmaktadır. Korunması gerekli şey devlet ricali bakımından toprak ve organizasyon, halk açısından ise “din”di. Galebe çalınması gerekli şey ise hem devlet ricali, hem de halk açısından kafir tasallutu idi. Sömürgeleştirilememiş Türkiye’nin bağımsızlığı bazı tarihi şartların belli bir yorumla değerlendirilmesinin ürünüdür. “İsmet Özel’in Türkiyesi” dediğimizde bir takım özellikleri yüklenmiş ve bir takım nitelikleri haiz bir vatan karşımıza çıkar. İsmet Özel’in vatanının bugünkü Türkiye sınırları ile yetinmiş olmasına dikkati çekmek gerekiyor. Vatan Sezai Karakoç’ta daha da genişlerken, Fırat ve Dicle havzasını da kapsarken, İsmet Özel resmi sınırları vatan kabul etmektedir.
Sezai Karakoç ise tarih-kültür ve toprak düzleminden hareket etmektedir.[52] O da “Anadolu” diyerek vatan üzerinde durur. Sezai Karakoç’a göre üç Türkiye vardır: Türkiye, Türkiyemiz ve Türkiyeleri. Türkiye, kabiliyet ve istidat halindeki Türkiye, derinlerdeki Türkiye, altyapı Türkiyesi. Türkiyemiz, Türkiye’nin tarih ve sosyolojisinden, günümüz şartları içinde çıkarılıp ortaya konacak gerçek, yani mesajlı bir Türkiye’dir. Türkiye’leri ise, üstünlük ve başarının Doğu’dan Batı’ya kaydığı günlerden bu yana, Batı’nın oldurmak istediği ve oldurmaya çalıştığı, bu çalışma sonunda kültür değişmiş, daha doğrusu kültürü değiştirilmiş bir kadronun oldurmaya çalıştığı ve oldurduğu Türkiye’dir. Bir Türkiyeleri vardır. Bu da aktüel Türkiye’dir. Bir Türkiyemiz vardır ki, bu da tarihi ve ideal Türkiye’dir; geçmişteki Türkiye ve gelecekteki Türkiye. Şeklinde bir sistematik sunmaktadır. Sezai Karakoç’a göre İslam bir medeniyet olarak eski eserlerden yaşayanları kendine uydurmuş, organik bir ilgiyle yapısına kaynaşmıştır. Ölen bir medeniyetten bahsetmek, Anadolu’da başka medeniyetlerin var olmuş olmasına dikkati çekmek konuyu değiştirmeyecek çünkü Anadolu’nun vatan oluşu evi başkalarının terkiyle, bir medeniyetin ölümüyle başlar. “Ev” başkalarının terki (medeniyetin ölümü) ile gelenlerin vatan’ı, gelen medeniyetin yurdu olmuştur. Sezai Karakoç “İslam’ın Yerliliği” yazısında yine, İslam bizim için yüzde yüz yerli kültür olduğunu ifade eder. “Hatta tek yerli kültürümüz İslam’dır” demektedir. Yerli kültürümüzün temeli İslam’dır. Öbür kültürler ancak onunla uyuşabildikleri ölçüde katılabilmişlerdir manevi ve maddi kültür yapımıza. İslam medeniyeti ve kültürünün temeli olarak “vahyi” gösterir Karakoç. Buradan hareketle İslam kültürünün ilahi kaynaklı bir kültür olarak insanlığın kültürü olduğu sonucuna varmaktadır. Farklılıkların açıklaması olarak da “İslam ruhunu benimseyen Araplar, Türkler, Acemler, Hintliler, Mısırlılar ve Kuzey Afrikalılar kendi ırk kabiliyetleriyle ortak kültür mirasını meydana getirmişlerdir.”
Yahya Kemal’de vatan somut bir ifade olarak “ev”dir. Yahya Kemal ilk defa Osmanlı ülkesinin adını “Vatan” koyan Namık Kemal’e hayranlığını ifade eder.[53] “Vatan”ı net bir şekilde “milletle beraber yani milletin yerleştiği toprak” olarak anladığını söyler. Yine vatan hakkındaki bir makalesinde “vatan hiçbir zaman bir nazariye değil, bir topraktır. Toprak cedlerin mezarlarıdır. Camilerin kurulduğu yerdir.” diyerek vatana tarihe yaptığının tersi bir yol ile yaklaşır. Soyutlamak yerine var olan ve görünen örneklerle vatanı tanımlar.[54] Tarih algısının romantikliğine rağmen “vatan” kavramı tam tersine çok somuttur. Vatan’ı İstanbul dışında ne kadar tanıdığı bilinmez ama vatan tanımlamasının gerçekçi, akla uygun olduğu dikkatlerden kaçmaz.
Her üç şairin de inanç temelli bir vatan oluştan bahsettiği gözden kaçmamaktadır. Dolayısıyla bir yerlilikten bahsedilecekse, bunun kurucu yapısı inanç temellidir.
 
SONUÇ: İNSANIN YER’İ, FİKRİN YURDU, EK’İN GELEN’İ
Fikir hayatımıza canlılık ve farklılık getirecek bir söylem olarak yerlilik, karmaşık izahlara rağmen temel bir öngörü olarak yalınlığı önceler. Bir yerde bulunuyorsak, o yerde bulunmuş olmamızdan dolayı bir tarih mevcutsa ve buraya özgü bir kültür oluşturmuşsak, buna kendini ait kılmak, en azından bunların farkında olmak, bunları göz ardı etmemek yerliliğin bir yansımasıdır. Karmaşık bir yapı arzeden ideolojik kümelenmelerin karmaşıklaştıkça yerlilikten uzaklaştıkları, sözel bir yerlilik hali ihtimalinde bile, özsel bir yabancılık içerdikleri barizleşmektedir. İktisadi ve sosyal diğer konulara kadar, içeriğiyle ilgilisi bulunmayan yerlicilikler aslında toplumun bilinçaltı ve hafızasındaki kodlarla oynamaktadır. Ülkemizde muhafazakarlığın siyasal alanda yarım yüzyıldır bulunma şeklin, halk muhafazakarlığı (İslam’ı değil) ile bir ilgisi bulunmadığı gibi, tabandaki bu dinamik ve ham yapıyı bozma yönünde bir seyir izlemiştir. Pratiğin teorisinden ötede, yeni bir teori olarak tebarüz ettiği ve giderek pratiğe yeni bir biçim vermeyi amaçladığı ortaya çıkmaktadır.
İnsan yer ve zaman bağlanmaları ile düşüncelerini çoğaltır, bunları anlamlı ve uygulanabilir kılma çabasına girişebilir. Bu bakımdan bir fikrin yurdu olması kaçınılmazdır, bir yerden doğacak, yatay bir eğilimle yayılma gösterecek. Bir fikrin yurdunun olması demek ise o fikrin uygulanabilirliğinin şartlarının varlığı anlamına gelecektir. Yerlilik, büyük unutma çağının ardından bir hatırlama imkanı olarak olarak ortaya çıkmıştır.  Modernlik, bir unutma çabası’dır. Postmodernlik ise unutmayı unutma hali.[55] Yerlilik ise bir hatırlamadır. Tarihi, kültürü, medeniyeti ve toprağı (vatanı). Bir farkında olmaklık’tır. Yabancılaşmanın kayıtsızlığına karşı durmaktadır. “Kendi” olarak ve kalarak gelişmek. Kendi olmak bilinci insana imkanlar açar. Çünkü reddetmediğiniz bir geçmiş size mirastır, iyisi ve kötüsüyle, doğrusu ve yanlışı ile. Geçmiş bir yapı kurmuştur. Bunu bilmek şimdiki zaman insanı için bulunmaz bir hazinedir. Çünkü geçmiş yeniden kurulmaktan ziyade bugünü daha iyi anlamak ve iyi bir gelecek kurmak için önemlidir.
 

[1] Yerliler Dergisi Mehmet Efe ve arkadaşların tarafından çıkarılan bir dergiydi.
[2] Ali Yaşar SARIBAY, Postmodernite Sivil Toplum ve İslam, İletişim Yayınları, 1995, s.89
[3] Mustafa ARMAĞAN, Gelenek ve Modernlik Arasında, İnsan Yayınları, 1995, s.42,
[4] Murat EROL, “Yaşamıyormuş Gibi Yaşamak” Ya da Postmodern Hayat Tarzı, Hece Dergisi Postmodernizm Özel Sayısı, Haziran-Temmuz-Ağustos 2008
[5] Murat EROL, Yerliliğin Anatomisi, Kırklar (Kırkayak) Dergisi, Sayı:5, Mayıs 2000
[6] Alex MUCCHİELLİ, Zihniyetler, Çev.: Ahmet Kotil, İletişim Yayınları, s.17-18-20-21
[7] Oğuz ADANIR, Kültür ile Zihniyet, Doğu Batı Dergisi, Sayı: 23, Mayıs-Haziran-Temmuz 2003
[8] MUCCHİELLİ, age., s.53
[9] Ahmet ÇİĞDEM, Taşra Epiği, Birikim Yayınları, 2001, s. 66-71
[10] ÇİĞDEM, age., 2001, s. 9
[11] ÇİĞDEM, age., 2001, s. 65
[12] EROL, agm., Mayıs 2000
[13] Kurtuluş KAYALI, Düşüncenin Coğrafyası 1, Deniz Kitabevi, 2005, s.160
[14] EROL, agm., Mayıs 2000
[15] Murat EROL, İsmet Özel’de Yerlilik Meselesi, Kırklar (Kırkayak) Dergisi, Sayı:8, Eylül-Ekim 2000
[16] Ahmet Turan ALKAN, Yol Türküleri, Ötüken Yayınları, 1999, s.364
[17] ALKAN, age., 1999, s.364
[18] KAYALI, age., 2005, s.141
[19] ÇİĞDEM, age., 2001, s. 69
[20] EROL, agm., Mayıs 2000
[21] ALKAN, age., 1999, s.394
[22] Süleyman Seyfi ÖĞÜN, Yerlici Kültüralizm: Kıyaslamalı Bir Değerlendirme, Cogito, Sayı: 21, Kış, 1999
[23] Julia KRİSTEVA, Yabancı İçin Tokkata ve Füg, Defter Dergisi, Sayı: 28, Yaz 1996
[24] ALKAN, age., 1999, s.361
[25] ÖĞÜN, agm., Kış, 1999
[26] ÖĞÜN, agm., Kış, 1999
[27] ALKAN, age., 1999, s.394
[28] ALKAN, age., 1999, s.365
[29] Bahadır KURBANOĞLU, Yerlilik: Temel Bir Sorunsal mı, Bir Sapma mı?, Haksöz Dergisi, Sayı:90, Eylül 98
[30] Nilüfer GÖLE, Modern Mahrem, Metis Yayınları, 2001, s.45
[31] Nilüfer GÖLE, Mühendisler ve İdeoloji, Metis Yayınları, 2004, s.21
[32] ÇİĞDEM, age., 2001, s. 70
[33] ÇİĞDEM, age., 2001, s. 71
[34] Murat EROL: İsim, Şehir ve Tarih Eşittir Yahya Kemal; Hece Dergisi Yahya Kemal Özel Sayısı, Ocak 2009
[35] Jan ASSMANN, Kültürel Bellek, Çev.: Ayşe Tekin, Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 73
[36] ASSMANN, age., 2001, s.42
[37] ASSMANN, age., 2001, s.43
[38] Mithat SANCAR, Geçmişle Hesapla, İletişim Yayınları, 2008, s. 59
[39] KRİSTEVA, Yaz 1996
[40] SANCAR, age., 2008, s. 35-52
[41] SANCAR, age., 2008,, s.48
[42] ASSMANN, age., 2001, s.35
[43] Anthony GİDDENS, Sosyoloji, Yayına Hazırlayanlar: Hüseyin Özel-Cemal Güzel, Ayraç Yayınları, 2000, s.43
[44] Köksal ALVER, Siteril Hayatlar, Hece Yayınları, 2007, s.17
[45] ALVER, age., 2007, s.11
[46] Mücahit BİLİCİ, Aidiyetin Dönüşümü ve Ayakları Yerden Kesilen Yerlilik, Cogito, Sayı: 21, Kış, 1999
[47] ALVER, age., 2007, s. 12-18-19
[48] İbn Haldun, Mukaddime, Cilt:1, Haz.: Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, 2009, s.218 vd
[49] İbn Haldun, age., Cilt:2, 2009, s.766
[50] ÖĞÜN, agm., Kış, 1999
[51] İsmet ÖZEL, Zor Zamanda Konuşmak, Şule Yayınları, 9. Baskı, 2000, s. 32-36-199-35-34. Cuma Mektupları I, Şule Yayınları, 1998, s.55-59-58-57
[52] Sezai KARAKOÇ, Günlük Yazılar I- Farklar, Diriliş Yayınları, 4. Baskı, s.7-12. Günlük Yazılar II- Sütun, Diriliş Yayınları, 4. Baskı, s. 180-181-339-340-341
[53] Yahya KEMAL, Eğil Dağlar-İstiklal Harbi Yazıları, İstanbul Fetih Cemiyeti-YKY, II. Baskı, 2005, s.19
[54] Cahit OKURER, Yahya Kemal’in Vatan Anlayışı; a.g.e. Cilt II, Haz.: YETİŞ, 2000, s.465-466
[55] Yusuf KAPLAN: Antikite’den Postmodernite’ye…, Düşünen Siyaset Dergisi, Sayı: 21
 
 
 

Hece DERGİSİ, Sayı:162-163-164, Haziran-Temmuz-Ağustos 201